George Orwell’in denizle travmatik bir ilişkisi vardı.
46 yaşında veremden ölene kadar sağlık durumu pek de iç açıcı değildi. Geçimini savaş muhabirliğinden sağlıyordu. Açlık, kötü hava koşulları, toz ve stres bağışıklığını iyiden iyiye zayıflatmıştı. Bir kitabının adını Kitaplar ve Sigaralar koyacak kadar da sigara bağımlısıydı. Akciğerlerindeki iltihaplara rağmen günde 40 ila 60 arası sigara içiyordu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Mayıs 1946’da Londra’nın gürültüsünden ve savaş sonrası İngiltere’nin boğucu atmosferinden uzaklaşmak için Jura Adası’na gitti. ‘Barnhill’ adlı izole bir çiftlik evine yerleşti. Elektrik, sıcak su ve modern konforlardan yoksun bu evde, 1946-1948 yıllarında ünlü 1984’ü yazdı.

Barnhill, kuzeydeki İskoçya’nın kuzeyindeki Jura Adası’nın da kuzeyinde, ana yoldan kilometrelerce uzakta, sadece dört tekerlekten çekişli araçlarla veya yürüyerek ulaşılabilen bir yerdeydi. Orwell, burada kız kardeşi, yardımcısı ve küçük oğluyla yaşıyordu. Eve bir jeneratörle sınırlı elektrik sağlanıyordu, küçük bir gazlı buzdolabı vardı ve kömürle çalışan bir sobayla ısınıyordu.
Orwell, bu ıssız ve zorlu ortamda, üstelik veremi de iyice ilerlemişken, günde 4 bin kelime yazarak 1984‘ün taslağını tamamladı. Soğuk, nemli duvarlar arasında, elinde çay fincanı ve sigarasıyla, daktilosunun tuşlarına basarak distopik dünyasını inşa etti.
Orwell romanı yazdığı sıralarda, 1947’nin bir ağustos günü küçük oğlu ve yeğenleriyle balık tutmaya gitti. Ancak gitgel çizelgelerini yanlış okumuştu. Dönüş yolunda tekneyi yanlışlıkla sert dalgalara sürdü. Tekne, açıklarda ‘Corryvreckan’ girdabının içine çekilince alabora oldu. Orwell ve yakınları kendilerini denizde buldu.
Kıl payı kurtuldular. Orwell aynı akşam günlüğüne, kendine has bir kayıtsızlıkla şöyle yazdı:
“Bugün dönüş yolunda bir girdaba girdik ve hepimiz neredeyse boğuluyorduk.”
Her ne kadar deneyimi soğukkanlılıkla karşılamış gibi görünse de bu belki de bir travma tepkisiydi. Belki de kayıtsızlığı, ölüme yakın deneyimlerin ardından hayata devam etme çabasındandı.
‘Corryvreckan’ olayının 1984’ü etkileyip etkilemediği kesin olarak bilinmiyor. Ancak, romanı suyun dehşet verici gücüyle kafayı bozmuş bir adamın yazdığına dair ipuçları da oldukça güçlü.

1984, genellikle boğulma korkusuyla ilişkilendirilmese de batan gemiler, boğulan insanlar ve okyanus tarafından yutulma korkusuna göndermelerle dolu. Tam da gereğine uygun adlandırılmış totaliter ‘Okyanusya’ devletinde, devrimcilerin gönderildiği ‘101 Numaralı Oda’da, boğulma korkusu karşılaşılabilen bir işkence.
Romanın ilk bölümlerinde, mültecilerle dolu bir gemiyi bombalayan bir helikopter saldırısı anlatılır. Romanın kahramanı Winston Smith, tekrarlayan kabusunda uzun süredir kayıp annesi ve kız kardeşinin ‘batan bir geminin salonunda ve gittikçe kararan suların arasından kendisine baktıklarını’ görür.
Onları ‘yüzlerce kulaç aşağıda, daha da derine batarken’ görmek, Winston’ı çocukluğunda annesinin elinden çikolata çaldığı ve böylece muhtemelen kız kardeşini açlığa mahkum ettiği farkındalığına geri götürür. Bu ‘sulu mezarlar’, Winston’ın suçluluk duygusu içinde boğulduğunu ima eder.
1984’ün bu ‘sulu’luğunun ilginç bir tarihsel kaynağı daha olabilir. Orwell, 1940 tarihli Ülkem Sağ mı Sol mu adlı denemesinde henüz ergenlik çağındayken Birinci Dünya Savaşının vahşet öykülerini okuduğundan bahseder.
Orwell aynı denemesinde ‘savaştaki hiçbir şeyin kendisini savaştan birkaç yıl önce Titanik’in kaybı kadar derinden etkilememiş olduğunu’ itiraf eder. Titanik faciasında onu en çok üzeninse ‘tam pruva batarken geminin kıçına sıkıca tutunan insanların dipsiz derinliklere gömülmeden önce doksan metreden fazla havalanması’ olduğunu yazar.

Batan gemiler, çöken medeniyetler
Orwell bu görüntüyü hiç unutmadı. Titanik faciasının sanayiye duyulan güvenin çöküşünü yirmi yıl önceden çağırması gibi, 1936’da yazdığı Aspidistra romanında da batan bir yolcu gemisi fikrinin çağdaş medeniyetin çöküşünü tetiklemesi anlatılır.
Batan gemiler ve boğulan insanlara yapılan göndermeler Orwell’in diğer birçok eserinde önemli anlarda karşımıza çıkar. Peki Titanik, etkisini tümüyle 1984’te gösterdi mi?
Batan gemiler, Orwell için tabiri caizse ‘betimlemelerindeki alet çantası’nın bir parçasıydı, yani sık sık bundan yararlanırdı. Suya dair tatsız anılar 1984’teki kabusların yazılmasına yaradılar. Suyla dolu bu romanda, en sarsıcı bölümlerinin çoğunda batan gemilerde boğulan ya da ölümle burun buruna gelen çaresiz insanların görüntülerine denk gelinebiliyor…
1984’ün Titanik faciası ya da ‘Corryvreckan’ olayından esinlendiğini olduğunu kanıtlamanın bir yolu yok. Ama romanda ve daha geniş kapsamda konunun konuşmaya değer olduğunu ortaya koyacak ölçüde ipuçları var.
Boğulma korkusu üzerine düşünmek bizi Winston’ın olduğu kadar Orwell’in korkularına da götürüyor. Bu bakışla, okuyucular Winston’ın içindeki korkmuş çocuğu keşfederken belki aslında 20’nci yüzyılın en ünlü kabuslarından birini hayal eden yazarın içindeki çocuğu da görebilirler.
Jura’daki eve dönelim. Orwell, Ocak 1949’da adadaki zorlu şartlar nedeniyle sağlığının daha da kötüleşmesi üzerine Jura’dan ayrıldı ve bir sanatoryuma yerleşti. Roman aynı yılın haziranında yayınlandı. Ancak Orwell, kitabın başarısını göremeden 1950’de öldü.