Dark Mode Light Mode

Gabriel Garcia Marquez Akira Kurosawa’yla konuşuyor

Sorun şu ki, çatışmalar başladığında, İsa ve melekler bile genelkurmay başkanlarına dönüşüyorlar.
Fotoğraflar: Wikimedia Commons

23 Temmuz 1991

Yazar Gabriel Garcia Marquez, 81 yaşındaki Japon yönetmen Akira Kurosawa ile geçtiğimiz ekim ayında Tokyo’da, yönetmenin son filmi Ağustos Rapsodisi‘nin çekimleri sırasında görüştü. Marquez’in söylediğine göre aralıkta gösterime girmesi planlanan film kısa süre önce Cannes Film Festivali’nde gösterildi ve burada hem izleyicilerin hem de eleştirmenlerin beğenisini kazandı; ancak ‘ülkelerine düşmanca davrandığını düşünen’ bazı ABD’li gazetecileri kızdırdı. Eski bir film eleştirmeni ve Yüzyıllık Yalnızlık‘ın yazarı Kolombiyalı Marquez, Kurosawa ile altı saat boyunca çeşitli konular üzerine konuştu.

Gabriel Garcia Marquez Akira Kurosawa’yla konuşuyor

Advertisement

Gabriel Garcia Marquez: Dostlar arasındaki bu sohbetin bir basın röportajı gibi görünmesini istemem ama sizinle ve çalışmalarınızla ilgili daha çok şey öğrenmek için büyük bir merak duyuyorum. Öncelikle senaryolarınızı nasıl yazdığınızı merak ediyorum. Birincisi, çünkü ben de bir senaryo yazarıyım. İkincisi, çünkü siz büyük edebi eserlerin muazzam uyarlamalarını yaptınız ve benim yapılmış ya da yapılabilecek uyarlamalar hakkında pek çok kuşkum var.

Akira Kurosawa: Senaryoya dönüştürmek istediğim orijinal bir fikir aklıma geldiğinde, kendimi kağıt ve kalemle bir otele kapatırım. O noktada olay örgüsü hakkında genel bir fikrim olur ve nasıl biteceğini az çok bilirim. Hangi sahneyle başlayacağımı bilmiyorsam, doğal olarak ortaya çıkan fikirlerin akışını takip ederim.

Marquez: Aklınıza gelen ilk şey bir fikir mi yoksa bir imge mi?

Kurosawa: Bunu çok iyi açıklayamam ama sanırım her şey birkaç dağınık imgeyle başlıyor. Buna karşılık, Japonya’da senaryo yazarlarının önce senaryonun genel bir görünümünü oluşturduklarını, sahnelere göre düzenlediklerini ve olay örgüsünü sistematik hale getirdikten sonra yazmaya başladıklarını biliyorum. Ancak bunun doğru yol olduğunu düşünmüyorum, çünkü biz Tanrı değiliz.

Marquez: Shakespeare, Gorki ya da Dostoyevski’yi uyarlarken de yönteminiz bu şekilde sezgisel miydi?

Kurosawa: Daha yolun başındaki yönetmenler edebi imgeleri sinemasal imgeler aracılığıyla izleyiciye aktarmanın çok zor olduğunu fark etmeyebilirler. Mesela, demiryolu raylarının yanında bir cesedin bulunduğu bir dedektif romanı uyarlarken, genç bir yönetmen belli bir noktanın kitaptakiyle mükemmel bir şekilde örtüştüğünde ısrar etti. “Yanılıyorsunuz,” dedim. “Sorun şu ki siz zaten romanı okudunuz ve rayların yanında bir ceset bulunduğunu biliyorsunuz. Ama romanı okumamış insanlar için o yerin hiçbir özelliği yok.” Bu genç yönetmen, sinemasal imgelerin farklı bir şekilde ifade edilmesi gerektiğini fark etmeden edebiyatın büyülü gücüne kapılmıştı.

Marquez: Filmde ifade etmenin imkansız olduğunu düşündüğünüz gerçek hayattan bir görüntü hatırlıyor musunuz?

Kurosawa: Evet. Çok gençken yönetmen yardımcısı olarak çalıştığım Ilidachi adlı bir maden kasabası. Yönetmen ilk bakışta atmosferin muhteşem ve tuhaf olduğunu söylemişti, zaten bu yüzden burayı seçmişti. Ne var ki görüntüler sadece sıradan bir kasabayı gösteriyordu, çünkü bizim bildiğimiz bazı şeyler kameraya yansımamıştı: Kasabadaki yaşam koşulları çok tehlikeliydi ve madencilerin eşleri ve çocukları her an ölüm korkusuyla yaşıyorlardı. İnsan köye baktığında manzarayı bu duyguyla karıştırıyor ve onu olduğundan daha yabancı algılıyor. Ama kamera onu aynı gözlerle görmüyor.

Marquez: Gerçek şu ki, kitaplarının beyazperdeye uyarlanmasından memnun olan çok az romancı tanıyorum. Siz uyarlamalarınızla ilgili nasıl bir deneyim yaşadınız?

Kurosawa: Önce bir soru sormama izin verin: Kızıl Sakal filmimi izlediniz mi?

Marquez: 20 yıl içinde altı kez izledim ve onlar izleyene kadar neredeyse her gün çocuklarıma ondan bahsettim. Yani filmleriniz arasında ailemin ve benim en çok sevdiğim film olmakla kalmıyor, aynı zamanda bütün sinema tarihindeki en sevdiğim filmlerden biri.

Kurosawa: Kızıl Sakal benim evrimimde bir referans noktası oluşturuyor. Ondan önceki tüm filmlerim sonrakilerden farklıdır. Bir evrenin sonu ve bir diğerinin başlangıcıydı.

Kızıl Sakal (1965). Görsel: IMDB

Marquez: Bu çok açık. Dahası, aynı filmde çalışmalarınızın bütününe göre uç noktada olan iki sahne var ve ikisi de unutulmaz; biri peygamber devesi bölümü, diğeri de hastane avlusundaki karate dövüşü.

Kurosawa: Evet, ama size söylemek istediğim şey kitabın yazarı Shuguro Yamamoto’nun romanlarının filme çekilmesine her zaman karşı çıkmış olması. Kızıl Sakal için bir istisna yaptı çünkü başarana kadar acımasız bir inatla ısrar ettim. Filmi izlemeyi bitirdiğinde dönüp bana baktı ve şöyle dedi: “Bu benim romanımdan daha ilginç.”

Marquez: Neden bu kadar beğendi acaba?

Kurosawa: Çünkü sinemanın doğasında olan ve sinemaya has özelliklere dair net bir farkındalığı vardı. Benden rica ettiği tek şey bütünüyle başarısız bir kadın olan ana karaktere karşı hassas davranmamdı. Ancak ilginç olan şu ki, kadının başarısız olduğu kitapta açık bir şekilde ortaya koyulmuyordu.

Marquez: Belki de o öyle olduğunu düşünmüştür. Bu biz romancıların başına sık sık gelen bir şey.

Kurosawa: Öyle. Aslında, kitaplarından uyarlanan filmleri gördükten sonra, bazı yazarlar şöyle der: “Romanımın bu kısmı filme iyi aktarılmış.” Oysa iyi aktarılmış dedikleri şey aslında yönetmen tarafından eklenen bir şeydir. Ne dediklerini anlıyorum, çünkü yazmak isteyip de yazamadıkları bir şeyin yönetmenin sezgileriyle ekranda açıkça ifade edildiğini görüyor olabilirler.

Marquez: Bilinen bir gerçektir: “Şairler zehir karıştırıcılarıdır.” Ama şu sıralar çektiğiniz filminize dönecek olursak, tayfun çekmesi en zor şey mi olacak?

Kurosawa: Hayır. En zor şey hayvanlarla çalışmaktı. Su yılanları, gül yiyen karıncalar. Evcilleştirilmiş yılanlar insanlara çok alışkınlar, içgüdüsel olarak kaçmıyorlar ve yılanbalığı gibi davranıyorlar. Çözüm, tüm gücüyle kaçmaya çalışan ve gerçekten korkutucu olan devasa bir vahşi yılanı yakalamaktı. Böylece rolünü çok iyi oynadı. Karıncalara gelince, mesele onları bir güle ulaşana kadar tek sıra halinde bir gül ağacına tırmandırmaktı. Uzun süre isteksiz davrandılar, ta ki biz gülün sapında bal izi bırakana ve karıncalar yukarı tırmanana kadar. Aslında çok zorlandık ama buna değdi çünkü onlar hakkında çok şey öğrendim.

Marquez: Evet, ben de fark ettim. Ama bu ne tür bir film ki tayfunlarla olduğu kadar karıncalarla da sorun yaşıyor? Konusu nedir?

Kurosawa: Birkaç kelimeyle özetlemek çok zor.

Marquez: Biri birini mi öldürüyor?

Kurosawa: Hayır. Sadece atom bombasından kurtulan ve torunları geçen yaz onu ziyarete gelen Nagasakili yaşlı bir kadın hakkında. Dayanılmaz olduğunu kanıtlayacak ve dramın dehşetini kendi başına açıklamayacak şok edici derecede gerçekçi sahneler çekmedim. Aktarmak istediğim, atom bombasının insanlarımızın kalbinde ne tür yaralar bıraktığı ve bunların nasıl yavaş yavaş iyileşmeye başladığı. Bombanın atıldığı günü net bir şekilde hatırlıyorum ve şimdi bile bunun gerçek dünyada yaşanmış olabileceğine inanamıyorum. Ama en kötüsü de Japonların bunu çoktan unutturmuş olması.

Marquez: Bu tarihsel amnezi Japonya’nın geleceği, Japon halkının kimliği için ne anlama geliyor?

Kurosawa: Japonlar bu konuda açıkça konuşmuyorlar. Özellikle politikacılarımız ABD’den korktukları için sessiz kalıyorlar. (Başkan Harry) Truman’ın atom bombasına yalnızca Dünya Savaşı’nın sonunu hızlandırmak için başvurduğu yönündeki açıklamasını kabul etmiş olabilirler. Yine de bizim için savaş devam ediyor. Hiroşima ve Nagazaki’de ölenlerin sayısı resmi olarak 230 bin olarak açıklandı. Ancak gerçekte yarım milyondan fazla ölü vardı. Ve şu anda bile Atom Bombası Hastanesi’nde 45 yıllık ıstırabın ardından radyasyonun yan etkilerinden ölmeyi bekleyen 2 bin 700 hasta var. Başka bir deyişle, atom bombası hala Japonları öldürmeye devam ediyor.

Ağustos’ta Rapsodi (1991). Görsel: Imdb

Marquez: ABD’nin savaşı bitirmek için aceleyle atom bombası attığı çünkü acele etmezse Sovyetlerin Japonya’yı kendilerinden önce girmesinden korktuğu düşüncesi mantıklı bir açıklama gibi geliyor.

Kurosawa: Olabilir, ama bunu neden sadece sivillerin yaşadığı, savaşla hiçbir ilgisi olmayan bir şehirde yaptılar? Savaşı yürüten askeri bölgeler de vardı.

Marquez: Tokyo’nun kalbindeki İmparatorluk Sarayı’na da atmadılar. Bence tüm bunlar, müttefikleriyle ganimet paylaşmak zorunda kalmadan ve ayrıca politik ve askeri güce dokunmadan hızlı bir pazarlık yürütmek istemeleriyle açıklanıyor. İnsanlık tarihi boyunca hiçbir ülke böyle bir şey yaşamamıştır. Peki: Japonya atom bombası olmadan teslim olsaydı, bugünkü Japonya olur muydu?

Kurosawa: Bunu söylemek zor. Nagasaki’den sağ kurtulan insanlar yaşadıklarını hatırlamak istemiyorlar çünkü çoğunluğu hayatta kalabilmek için ailelerini, çocuklarını, kardeşlerini terk etmek zorunda kaldı. Hâlâ suçluluk duygusundan kurtulamıyorlar. Daha sonra, ülkeyi altı yıl boyunca ABD’nin işgal etmesi unutkanlığı hızlandırdı ve Japon hükümeti de onlarla işbirliği yaptı. Bütün bunları savaşın yarattığı kaçınılmaz trajediler olarak görmeye hazırım. Ancak en azından bombayı atan ülkenin Japon halkından özür dilemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu gerçekleşene kadar bu dram sona ermeyecektir. 

Marquez: O kadar ileri mi? Bu talihsizlik uzun bir mutluluk dönemiyle telafi edilemez miydi?

Kurosawa: Atom bombası Soğuk Savaş’ın ve silahlanma yarışının başlangıcıydı. Nükleer enerjinin yaratılması ve kullanılması sürecine Bu tür kökenler göz önüne alındığında mutluluk asla mümkün olmaz.

Marquez: Anlıyorum. Nükleer enerji lanetli bir güç olarak doğdu ve lanetle doğan bir kuvvet Kurosawa için mükemmel bir tema. Ama beni endişelendiren şey nükleer enerjinin kendisini değil, en başından beri kötüye kullanılış biçimini kınıyor olmanız. Elektrikli sandalyeye rağmen elektrik hala iyi bir şey.

9 Ağustos 1945’te ABD Nagasaki’ye nükleer bomba attı. Fotoğraf: Wikimedia Commons

Kurosawa: Bu aynı şey değil. Nükleer enerjinin insanoğlunun kurabileceği kontrol olanaklarının ötesinde olduğunu düşünüyorum. Nükleer enerjinin yönetiminde bir hata olması durumunda, ani felaket çok büyük olur ve radyoaktivite yüzlerce nesil boyunca devam eder. Öte yandan, su kaynarken, artık tehlikeli olmaması için soğumaya bırakılması yeterlidir. Yüz binlerce yıl kaynamaya devam eden elementleri kullanmayı bırakalım.

Marquez: İnsanlığa olan inancımın büyük bir bölümünü Kurosawa’nın filmlerine borçluyum. Ancak atom bombasının sadece sivillere karşı kullanılmasının ve Amerikalılar ile Japonların Japonya’yı unutturmak için işbirliği yapmasının korkunç adaletsizliği karşısında sizin tutumunuzu da anlıyorum. Fakat nükleer enerjinin insanlığa askeri olmayan büyük bir hizmet sunabileceği düşünülmeden sonsuza kadar lanetli sayılması da bana aynı derecede adaletsiz geliyor. Bunda, Japonya’nın unuttuğunu bildiğiniz için duyduğunuz rahatsızlık ve suçlu olanın, yani Birleşik Devletler’in, sonunda suçunu kabul edip Japon halkından özür dilememiş olmasından kaynaklanan bir duygu karmaşası var.

Kurosawa: İnsanlar gerçekliğin manipüle edemeyecekleri yönleri olduğunu fark ettiklerinde daha insani olacaklardır. Çernobil’de olduğu gibi anüssüz çocuklar ya da sekiz bacaklı atlar üretmeye hakkımız olduğunu düşünmüyorum. Ama şimdi bu konuşmanın çok ciddileştiğini düşünüyorum ve niyetim bu değildi.

Marquez: Biz doğru olanı yaptık. Bir konu bu kadar ciddi olunca, insan ister istemez ciddi bir şekilde tartışıyor. Bitirme aşamasında olduğunuz film bu konudaki düşüncelerinize ışık tutuyor mu?

Kurosawa: Doğrudan değil. Bomba atıldığında genç bir gazeteciydim ve olanlarla ilgili yazılar yazmak istiyordum ama işgalin sonuna kadar bu kesinlikle yasaktı. Şimdi bu filmi yapmak için konuyu araştırmaya ve incelemeye başladım ve o zaman bildiğimden çok daha fazlasını biliyorum. Ancak düşüncelerimi filmde doğrudan ifade etmiş olsaydım, bugünün Japonya’sında ya da başka bir yerde gösterilemezdi.

Marquez: Bu diyaloğun metnini yayınlamanın mümkün olabileceğini düşünüyor musunuz?

Kurosawa: Hiçbir itirazım yok. Tam tersine. Bu, dünyadaki pek çok insanın herhangi bir kısıtlama olmaksızın görüş bildirmesi gereken bir konu.

Marquez: Çok teşekkür ederim. Her şey düşünüldüğünde, Japon olsaydım bu konuda sizin kadar teslimiyetçi olurdum diye düşünüyorum. Ve her halükarda sizi anlıyorum. Savaşlar kimsenin faydasına değil.

Kurosawa: Öyle. Sorun şu ki, çatışmalar başladığında, İsa ve melekler bile genelkurmay başkanlarına dönüşüyorlar.

Kaynak: Los Angeles Times, The Conversation-Kurosawa and Garcia Marquez

Add a comment Add a comment

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Previous Post

Dua Lipa ne okuyor?

Next Post

Son dönemlerde sinemaya uyarlanmış 4 kitap

Advertisement