Martin Eden, Beyaz Diş, Vahşetin Çağrısı gibi kitaplarıyla ünlenen Amerikan yazar Jack London; yaşamını da tıpkı kitaplarındaki karakterleri gibi maceradan maceraya koşarak geçirdi.
Henüz on sekiz bile değilken fok avlamak için denizlere açıldı. Alaska’da altın bulunması haberlerinin ardından Kanada’ya gitti. 1904-1905 Rus-Japon savaşı sırasında savaş muhabirliği yaptı. Böyle bir karakter.

London, yaşamı boyunca neye sarılabilirse ona tutkuyla sarıldı. Yazdıklarına, ideolojisine, kadınlara, içkiye. Hayat, onun için durmadan, yorulmadan deneyimlenmesi gereken bir serüvendi. Alkolle erken tanıştı. Yine gençliğinde yazdıklarına odaklanabilmek için günde üç, dört saat uykuyla idare etmeyi alışkanlık hâline getirdi. Kitaplarını yayınlatıp ulusal bir üne kavuştuktan, hatta meslektaşlarının aksine yazdıklarından gayet yüksek telif ücretleri almaya başladıktan sonra dahi bu koşturmacadan kendini çekmedi.
Şöyle söylüyor:
Toz olmaktansa, küle dönmeyi tercih ederim. Olduğu yerde kalan mıymıntı bir gezegen olmaktansa, bütün atomları alev alev yanan ve ışıldayarak sönen bir göktaşı olmak isterim.
Ne yazık ki böyle coşkulu birinin, 40 yıllık ömrünün son yılları oldukça sıkıntılı geçti. 7,9 büyüklüğündeki 1906 San Francisco depremini yaşadı. Çiftliği ağır hasar almasa da çok sevdiği atlarından biri öldü.
Tekrar denizlere açılabilmek için birikiminin neredeyse tamamıyla Snark adında bir gemi yaptırdı. Fakat mürettebat yanlış seçildi, gemide arızalar çıktığından sefer erken sonlandı ve Snark zararına satıldı.
Bunlara rağmen London duruma hâlâ olumlu yanından baktı. Denizde kaldığı süre boyunca her gün yazma kuralına uydu; Yol, Demir Ökçe ve Martin Eden romanlarını tamamladı. Ancak Yol’un satışları beklendiği gibi gitmedi, Martin Eden ise popülerliğini arttırsa da London’a göre okurlar tarafından anlaşılamadı.

Üstelik sefer sırasında kaptığı hastalığı tam anlamıyla yenemedi ve hayli güçten düştü. Yatakta uzanmanın, ilaçlar sayesinde ayakta durmanın kendisine göre olmadığını biliyordu. Kendisini çiftliğine ve tarım işlerine vermeyi denedi. Kurt Evi adını verdiği ahşaptan bir ev tasarladı. Belki de Snark’ın yapımından sonra en heyecanlandığı projesi bu oldu. Fakat ev, inşaat sürecinde çıkan bir hata sonucunda alev aldı ve London, burada da istediğine kavuşamadı.
Hiçbir şey yolunda gitmedi. Eşi Charmian’ın hamile kalması, London’ı bazı konularda tekrar canlandırsa da çocuğun düşmesi üzerine, London elini neye atsa kuruttuğunu düşünmeye başladı. Halihazırda çok içerken daha içmeye başladı. Uykusu ve yemeği daha da düzensiz hâle getirdi. Bir alkoliğin sorunlarını anlatan, yarı otobiyografik sayılabilecek romanı John Barleycorn’u da tam bu süreçte yazdı ve kısa süre sonra apandist iltihabı sebebiyle yatağa düştü. Ölümüne sebep olacak morfin kullanımı da bu günlerde başladı.
Komaya girmeden önce kendisini kayda almaları için bir film şirketiyle anlaştı. Belki de bu, iyileşmesini sağlayacak şeydi. Fakat iki gün sonra çiftlikte hizmetli ve eşi Charmian odasına girdiğinde, yatağının ucunda bir şırıngayla boş bir morfin şişesi buldu. Bugün, London’ın intihar edip etmediği konusundaki tartışmaların çıkış noktası budur.

Çiftliğe gelen doktorun verdiği ilaçlar sayesinde London birkaç kez uyanma belirtileri gösterse de, tam anlamıyla kendine gelemedi. Güçlükle bahçeye taşındı. Charmian her fırsatta kendisine seslense de bu seslenişlerin hiçbirine cevap veremedi. Kendini kaybetmeden önceki son anlarında, şilteye usulca vurduğunu gördüler.
Bu, bedenini bu kadar yıprattığı için duyduğu pişmanlıktan mıydı, ölüm çaresizliği miydi yoksa intiharı tam anlamıyla becerememenin utancı mıydı bilinmez.
London o gece, 22 Kasım 1916 günü hayata gözlerini yumdu. Arkasında onlarca unutulmaz eser bıraktı. Kitaplarının pek çok film uyarlaması yapıldı. Martin Eden, Demir Ökçe, Beyaz Diş, bugün hâlâ kitaplıkta, otobüste, okullarda.