McCullers, 1917’de orta sınıf bir aileye doğdu. Üzerine titreyen, kızının sanatçı olacağına daha doğurmadan inanan bir annesi ve karakterlerine ilham olacak bir babası vardı. Küskün Kahvenin Türküsü, Altın Gözde Yansımalar, Yalnız Bir Avcıdır Yürek, daha birçok eser ve ilginç bir yaşam bıraktı ardında.
1 – Müzikten edebiyata
On yaşında başladığı piyano eğitimini sürdürmek için on yedi yaşında evden ayrıldı. Ailesi, okul masraflarını karşılayabilsin diye aile yadigarı bir yüzüğü satıp parayı kızlarının cüzdanına koydu. Fakat Carson cüzdanı metroda kaybetti ve müzik kariyeri başlamadan sonlandı.
Müzikten geri dursa da sanattan vazgeçmeyip Columbia Üniversitesi’nde akşam saatlerindeki yaratıcı yazarlık derslerine kaydoldu. Harçlığını çıkarabilmek için onlarca işe girdi ama hiçbirinde uzun süre dayanamadı.
Şöyle diyor:
“İşten hep kovulurdum. O konuda sicilim mükemmeldir. Hiçbir işten istifa etmedim.”
O günlerinden otobiyografik izler taşıyan öyküsü Wunderkind (Harika Çocuk) 1936’da Story dergisinde yayınlandı.

2 – Seninle intihar etmek istemiyorum
Yirmi yaşındayken eski asker ve yazar olmaya meraklı Reeves McCullers’la evlendi. Sağlıklı bir ilişkileri olmadı. Reeves için bir New Yorker yazısında ‘yetenekli kadınlara ilgi duyan bir hayalperest’ olduğu söylendi.
Adam 24, kadın 20 yaşındaydı. Reeves maaşlı bir iş buldu. Bundan sonra dönüşümlü olarak birinin çalışacağı, diğerinin yazacağı şekilde bir anlaşma yaptılar. Ancak kadının yazarlıktaki nihai başarısı adamın edebi hırslarına galip geldi.
Reeves yazarlık yetenekleri Carson’unkinin yanına bile yaklaşamayacağı hâlde, ilgi görmeye en az Carson kadar özlem duydu. Evlilikleri yalnızca üç yıl sürdü.
1945’te tekrar evlendiler. Başta her şey öncekine kıyasla daha düzgün ilerleyecek gibi görünse de Reeves artık daha tuhaftı. Carson’a sürekli birlikte intihar etmelerinin ne kadar özel olacağından bahsediyor ama aynı kesinlikte reddediliyordu.
1953’te Reeves tek başına, Paris’te bir otel odasında aşırı dozda barbitürat (sakinleştirici bir ilaç) alarak intihar etti. Reeves’in gidişini çok zor kabullenen Carson, iki sene sonra annesini de aniden kaybedince içinden asla çıkamayacağı bir ümitsizliğe sürüklendi.
3 – Hastalıklar, ölüm ve beyaz takıntısı
Beyaz rengini takıntı hâline getirdi. Arkadaşlarına durmadan evlerini, odalarını beyazlarla dekore etmelerini öğütlüyor, röportajlarda beyaz gecelik ve tenis ayakkabısı giyiyordu.
Bu gibi birtakım tuhaf alışkanlıklarına rağmen neşesini kaybetmemeye çalışıyordu. Yirmili yaşlarındaki gibi partilere katılıyor, sanatçı arkadaşlarıyla eğleniyordu. Öyle ki 1959’da en büyük hayallerinden birini gerçekleştirdi ve bir partide Marilyn Monroe’yla tanıştı. Dahası gecenin ileri saatlerinde Monroe’yla aynı masanın üstünde Arthur Miller ve Isak Dinesen’in tezahüratları eşliğinde dans etti.
Fakat bu yaşama tutunma çabasına rağmen hastalıklar peşini bırakmadı.
Beklenmedik bir inme sonucu vücudunun yarısı felçli kaldı. 1962’de meme kanseri olduğunu öğrendi. Kolu, bacağı, kalçası ve parmakları üzerindeki ameliyatlar üretkenliğine zarar verdi. Son döneminde yalnızca tek eliyle yazabiliyor ve en iyi ihtimalle gün sonunda bir sayfa çıkarabiliyordu. Nihai bir felcin ardından komaya girdi. Kırk yedi gün sonra, 29 Eylül 1967’de öldü.