ABD’li yazar Patricia Highsmith’in 4 Şubat 1995’te vefat etmeden önce yaşamının son haftalarında asistanlığını yapan Elena Gosalvez Blanco, Guardian‘daki yazısında o günleri ve Highsmith’i şöyle anlatıyor:
Patricia Highsmith’in romanlarını ilk kez 1994 sonbaharında okudum. O zaman 20 yaşındaydım ve İsviçre’nin Tegna kasabasındaki evinde, duvarları ilk baskı kitaplarla dolu bir odada kalıyordum. Kitaplar kronolojik dizilmişti. Pat 73 yaşındaydı ve öleceğini biliyordu. Söylentilere göre kanser ya da başka bir ölümcül hastalık teşhisi konmuştu. Onun dünyasında, onunla birlikte kapana kısılmıştım, titriyordum. Yaşayacak sadece birkaç haftası kalmıştı ve hayatı boyunca cinayet işleyip paçayı nasıl kurtarabileceğini yazmıştı. Beni öldürmeye kalkışabileceğini düşünürdüm.

O eve nasıl gittiğimin hikâyesi birkaç ay öncesine, Zürih’e uzanır. Mavi bir tramvayda, arkadaşlarım Anna ve Daniel Keel çiftinin evine yemeğe giderdim. Anna, 17 yaşımdan beri modelliğini yaptığım olağanüstü bir ressamdı. Atölyesi yağlı boya, hazır kahve ve onun çalışırken yediği mozzarella toplarının yüzdüğü salamura kokardı. Gerçek bir dahiydi. Eşi Daniel, ya da bizim dediğimiz gibi Dani bir editör ve Avrupa edebiyatının önemli yayınevlerinden Zürih merkezli Diogenes Verlag’ın kurucusu ve sahibiydi. Kabalık seviyesinde dürüsttü ama gözleri sıcaktı ve masa sandalye niyetine kullanacağı kadar çok kitabı vardı.
Anna ve Dani evlerinde ‘ilginç akşam yemekleri’ adını verdikleri, ilginç buldukları insanlardan oluşan rastgele grupları davet ettikleri yemekler düzenlerdi. O akşam geldiğimde tüm kapılar açıktı, ağaçlarla dolu bahçelerinden gelen temiz hava yemek odasını dolduruyordu. Yemek, çeşitli Fransız ve İtalyan şaraplarının eşlik ettiği makarna, kavun ve nefis prosciutto (bir çeşit jambon) dolu tabaklarla kaplı oval bir ahşap masada servis edildi.
Dani o sırada kafasını kurcalayan bir iş meselesi olduğunu söyledi. İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesi Ticino’da yaşayan yazarlarından birine bakacak, Avrupa’da geçerli sürücü ehliyetine sahip, İngilizce konuşan birini arıyordu. “Çaresizim,” diye fısıldadı. “Bu önemli biri için, bu pozisyonu ilana veremem.” Bir süredir bu işi yapan boşanmış bir adamın birkaç gün önce arayıp artık devam etmeyeceğini, keşiş olmaya karar verdiğini söylemişti.
Dani yeni bir chianti şişesi açmak için kalktı. Düşünmeden işi ben üstlenmeyi teklif ettim. “İngilizce konuşuyorum,” dedim, İngilizce. “Ve Avrupa ile ABD’de geçerli bir ehliyetim var.” Dani’nin de bildiği gibi, birkaç gün sonra İspanya’ya üniversitemin üçüncü yılına başlamak için dönecektim, bu yüzden başını olumsuz anlamda salladı. Ama ısrar ettim, sadece bir ay derslere girip hocalarla tanışmam ve verilen felsefe kitaplarını toplamam gerektiğini anlattım; bunu yaptıktan sonra aralık ayındaki sınavlarıma kadar yardım edebilirdim. Okulda devam zorunluluğu yoktu. Dedem bir tiyatro yapımcısı ve sanat hamisiydi; çocukken ondan pek çok sanatçıyı nasıl desteklediğine dair hikâyeler dinlemiştim. Sonra o sanatçılarla tanıştığımda, yaptıkları için dedeme son derece minnettar olduklarını gördüm. Dolayısıyla yardıma ihtiyacı olan bir yazara destek olmak, bana yapılması gereken doğru şey gibi geldi.
Dani yeni açtığı şarabı gruba servis ederken çok sessiz bir şekilde söz konusu yazarın Patricia Highsmith olduğunu söyledi. Tepki vermedim. “Kaç kitabını okudun?” diye sordu. “Hiç,” dedim. Güldü. Masanın diğer ucundan konuşmaları duyan Anna, en azından Highsmith’in bir romanından uyarlanan Hitchcock’un Strangers on a Train (Trendeki Yabancı, Yön: Alfred Hitchcock) filmini izlemiş olduğumdan emin olduğunu söyledi. Televizyonda izlediğimi ve beğendiğimi hatırladım.

Biraz daha şarap içildikten sonra Dani, Pat’in beni kabul edip etmeyeceğini ona soracağını söyledi. Ama yaşım çok genç olduğundan umutlanmamam konusunda beni uyardı.
Bir hafta içinde Pat, benimle görüşmeyi kabul etti. Zürih’ten trene binip şiddetli bir yaz fırtınası eşliğinde yola çıktım. Yol boyunca, ilk Highsmith romanım olan The Tremor of Forgery’yi (El Sürçmesi, Ayrıntı Yayınları) bitirdim. Ona bakan adam, beni Locarno’daki tren istasyonundan almak için geldi. Locarno, Pat’in Maggiore Gölü’nün kuzey ucundaki evine çok uzak olmayan bir İsviçre kasabasıydı. Adam bana yaşlı görünmüştü, orta boylu ve gözlüklüydü. Sanki eve dönen kişi oymuş gibi beni karşıladı. Hızla bir kafeye girdik ve bir fincan kahve eşliğinde Pat’le geçirdiği ayları anlattı. Onun huysuzluğundan, öfkesinin ne kadar zorlayıcı olabileceğinden ve sağlık sorunlarından söz etti. Manastıra gitme kararını ve huzur bulma umudunu anlattı. Konuşmamız beni biraz korkuttu, varoluşsal bir krizin ortasındaymış gibi geldi ve ben, 20 yaşındaki bir yabancı olarak, bana çok fazla şey anlattığını düşündüm.
“Pat harika bir yazar,” dedi. “Hayal gücü çok kuvvetli. Ama insanları pek sevmez. Onu rahatsız ediyormuş gibi hissedeceksin ama bunun seninle ilgisi yok. Yapısı böyle”
Onun Highsmith’e dair tanımı kafamı karıştırdı. Bu kadar içine kapanık biri, insan doğasını nasıl bu kadar iyi yazar, diye düşündüm. Az önce bitirdiğim romandaki karakterleri hâlâ görebiliyor, dokunabiliyor, hatta neredeyse koklayabiliyordum. Sanki hâlâ Tunus’ta romanın baş karakteri Howard Ingham’laydım. Ahlaki kurallarımızın saçmalığını sorguluyordum, öte yandan yağmurlu ve tatsız bir yaz gününde, gelecekteki bir keşişle kahve içiyordum.
Manastıra gidecek olan adam, eski bir Volkswagen Polo’ya binerken neredeyse gözyaşlarına hâkim olamayacaktı. Tegna, Locarno’dan yalnızca beş kilometre uzaktaydı ama o on dakika bana çok uzun geldi. Yağmur durmuştu ama hava ağustos havası gibi değildi. Beni kapının önünde bıraktı, arabadan hiç inmeden “İyi şanslar!” diye bağırdı ve hızla geriye alıp uzaklaştı. Üzerimdeki ıslak ve buruşuk lacivert elbiseyi düzelttim.
Karşımda duran ev, büyük tuğlalardan yapılmış, tek katlı brutalist bir yapıdaydı. U harfi şeklindeydi. Highsmith, bu evi 1980’lerin sonlarında, Zürihli bir mimarın yardımıyla tasarlamış.
Bu onun hayalindeki evdi (kelimenin tam anlamıyla: onu rüyasında görmüştü). Strangers on a Train‘de (Trendeki Yabancı, Can Yayınları) tanımladığı eve benziyordu. Gerçi kitapta evin şekli Y harfi gibiydi. Evin sert hatlarının vadinin güzelliğiyle tezatını beğenmiştim; ayrıca Avrupa standartlarına göre başka evlere oldukça uzak olması da hoşuma gitmişti. Bir zamanlar beyaz beton bloklar şimdi toz içindeydi. Bahçeyi çalılar ve yapraklar sarmıştı. Ortalık biraz tekinsiz görünüyordu.

Highsmith, zili çalmadan önce kapıyı açtı; sanki perde arkasında beni bekliyormuş gibiydi. Benden daha kısaydı, çok zayıf ve narin. Üzerinde bir kazak ve bol kot pantolon vardı, yağlı gri perçemleri yüzünü kısmen örtüyordu, suratı dostça değildi. Sessizce elimi sıktı, sonra “Geldiğin için teşekkür ederim,” dedi. Kapıyı kapattım ve onu evin içine kadar takip ettim. Arkasını dönmeden, bira mı yoksa çay mı istediğimi sordu, ben su istedim. Kırılgan görünüyor ama hızlı hareket ediyordu. Renkli yastıklar ve battaniyelerle kaplı büyük beyaz bir kanepeyi işaret ederek oturmamı söyledi, sonra muhtemelen mutfak olduğunu düşündüğüm yere doğru kayboldu.
Oturma odası sıcak ve rahattı. Etrafımdaki kitap raflarına bakakaldım. Turuncu bir kedi odayı geçip gitti, bana aldırmadı bile. Sehpanın üzerinde, Avrupa menşeli bir derginin “Yaşayan En İyi 100 Yazar” dosyasına açılmış bir sayfası gözüme çarptı. Pat, Gabriel García Márquez’in hemen altındaydı. Sonunda, tıpkı kedi gibi sessizce hareket ederek suyumla birlikte geri döndü.
Karşımda bir sandalyeye oturdu ve sordu: “Hemingway’i sever misin?”
İlk kez gözlerimin içine baktı. Ilık musluk suyundan birkaç yudum aldım. Bu sorunun önemli olduğunu biliyordum. Ama Pat hakkında ya da onun hayat hikâyesiyle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Zevklerini, 20. yüzyılın diğer Amerikalı yazarlarıyla olan ilişkilerini de bilmiyordum. Hatta New York’ta ve Paris’te yaşadığını bile bilmiyordum. Onun yalnızca bir kitabını, o da tren yolculuğunda, kısa süre önce okumuştum. Zamanımın tükenmekte olduğunu hissederek bardağımı masaya koydum; kendimi bir bilgi yarışmasında son saniyelere kalmış gibi hissettim. Bunun yazı tura gibi bir seçim olduğuna karar verdim. Doğru cevabı tahmin edemeyeceğime göre, gerçeği söylemek en iyisiydi. “Hayır,” dedim, rulette son fişimi masaya bırakıyormuş gibi.
“NEFRET EDERİM HEMINGWAY’DEN!” diye bağırdı.
Ayağa kalktı ve beni kapıya kadar götürdü. Tüm görüşme bu muydu yani, diye düşündüm onu takip ederken. İşle ilgili, günlük görevlerle, arabayla, maaşla, koşullarla ilgili binlerce sorum vardı. Ama ağzımı açmaya cesaret edemedim. Bir kez daha geldiğim için teşekkür etti ve kararını iletmek üzere en kısa sürede Dani’yi arayacağını söyledi. Elimi sıktı, sonra da kapıyı hızla arkamdan kapattı.
Ben araba yolundan aşağı inerken Volkswagen tekrar göründü. Araca binebilmek için, koltukta üst üste yığılmış, 15 dakika önce orada olmayan büyük bir posta yığını kaldırmam gerekti. Gelecekteki keşiş, görüşmenin kısa süreceğini tahmin ettiğini ama bu kadar kısa olacağını düşünmediğini söyledi. “Herhalde benden hoşlanmadı değil mi?” diye sordum.
“Zürih’e giden bir sonraki tren çok yakında kalkıyor, bu yüzden seni Locarno’ya hemen geri götürmem gerek,” dedi, sorumu duymazdan gelerek. Endişeli görünüyordu, yerine geçecek birini bulup bulamayacağını ya da onu yalnız bırakıp vicdan azabı duymadan gidip gidemeyeceğini düşünüyor gibiydi. Ben hiçbir şey söylemedim. Elimde tuttuğum, boy boy ve çeşitli renklerde pullarla kaplı yaklaşık kırk zarfı seyrettim. Çoğunun üzerinde sadece “Patricia Highsmith, İsviçre” yazıyordu.

Zürih’e dönerken uzun tren yolculuğu boyunca turuncu kedileri, Tunus sıcağını ve düşünceli asistanı yutup yok eden U şeklindeki evi hayal ettim. Adres bile yazılmadan posta alan o polisiye roman yazarını bir daha asla göremeyeceğimden emindim. Ve kısa karşılaşmamızın yarattığı yoğunluğu atlatmamın zaman alacağını biliyordum.
Ama birkaç gün sonra, üniversiteye başlamak üzere Madrid’e dönmek için havaalanına gitmeye hazırlanırken, Dani erkek arkadaşımın evinde beni aradı. “Pat, ne zaman başlayabileceğini soruyor,” dedi. “Bu bir mucize!” Sesinden rahatladığı belli oluyordu.
Ekim sonuna doğru Tegna’da olabileceğimi söyledim. Erkek arkadaşım İsviçre’de askerlik yapacaktı, bu yüzden beni ziyaret edebilir ya da izin günlerinde bir yerde buluşabilirdik. Dani, seyahat planlarım kesinleşince onu aramamı söyledi ve defalarca bana teşekkür etti.
“Sadece Hemingway’i sevmeyişime teşekkür et,” dedim. Dani güldü ve ben yerleştikten sonra Anna’yla birlikte beni ziyarete geleceklerini söyledi.
Söz verdiğim gibi, birkaç ay sonra Tegna’ya geri döndüm. Önce Zürih’e uçtum, ardından dört tren değiştirdim. Locarno’dan Tegna’ya giden kırmızı, tek vagonlu tren, sanki sadece bana özel yapılmış bir oyuncak setinin parçası gibiydi. Tüm düzenlemeler o kadar hızlı yapılmıştı ki, neye adım attığımı anlamaya zamanım olmamıştı. Üzerimde uzun paltom, topuklu botlarım ve siyah şapkamla, edebi bir maceraya hazır şekilde gelmiştim.
Pat’in evinde, ortalığa yardım eden bir kadın bekliyordu; gitmek için sabırsızlanıyordu. Artık o ve temizlikçi mümkün olduğunca az geleceklerdi. Pat beni odama götürdü. Oda büyüktü ve içinde büyük boy bir yatak vardı. Kitap raflarını gösterdi, ilk baskılarının hepsi ‘belirli bir sıraya göre’ dizilmişti. O esnada ona sadece The Tremor of Forgery’yi okuduğumu ve çok beğendiğimi söyledim. Pat, bunun açık ara en iyi romanı olduğunu düşündüğünü söyledi, dolayısıyla bundan sonra okuyacağım tüm kitaplarının beni hayal kırıklığına uğratacağını ekledi. Bu doğru çıkmadı: Edith’s Diary (Edith’in Güncesi, Can Yayınları) kısa sürede yeni favorim oldu. Ama Pat’in neden The Tremor’ı tercih ettiğini anlıyordum, toplum tarafından hiçbir zaman tam anlamıyla kabul görmeyen (ve kendi eşcinselliğini kabullenmekte de zorlanan) bir queer olarak, bize dayatılan ahlaki kuralları sorgulama ihtiyacı üzerine kurulu bir kitabı tercih etmesi çok anlamlıydı.
Odamdaki raflarda ayrıca Graham Greene gibi dostlarının imzalı kitapları ve biyografileri vardı (Truman Capote ile ilgili olanlar oturma odasındaydı), ayrıca Marlene Dietrich hakkında sayısız ciltlik kitap da vardı; ona takıntılıydı. Pat’in kişisel ve edebi defterleri, odamın hemen dışındaki dolaplara ve raflara yerleştirilmişti. Bana, 50 yılı aşkın süredir neredeyse her gün yazı yazdığını söyledi.
Odam buz gibiydi. Fransız tipi büyük cam kapılar, avluya açılıyordu. Avlunun öte yanında Pat’in odası vardı. Perdeleri açıktı, bu yüzden dağınık yatak odasında tek kişilik yatağını ve yazı masasını görebiliyordum. Bu röntgene imkan veren düzen, elbette, onun da beni ve odamı görmesini sağlıyordu. Eşyalarımı yerleştirmem için beni yalnız bıraktı. Benden ne beklendiğine dair hiçbir fikrim yoktu. Oturma odasına geri döndüm, o kendi odasındaydı, daktilosunda yazı yazıyordu. Nihayet o ilk gece akşam yemeği için odasından çıktığında, ben de onu mutfağa kadar takip ettim. Tencerede su kaynattı ve içine bir et bulyon küpü attı. Bana akşam yemeği isteyip istemediğimi sordu, başımı salladım, bunun üzerine bir küp daha ekledi. Kilerde tuttuğu kutudan kendine büyük bir kupa dolusu siyah bira doldurdu ve ertesi gün bana süpermarkete nasıl gidileceğini öğreteceğini söyledi.
O gece, yatakta uzanmış Strangers on a Train’i okudum. Avlunun öbür yanında Pat’in karanlık odada el feneriyle dolaştığını görebiliyordum. Elektrikler gayet iyi çalışıyorken neden el feneri kullandığını anlamıyordum. Bu tedirgin ediciydi ama roman beni öylesine içine çekmişti ki onun garipliğini sorgulayacak hâlde değildim.
Ertesi gün, Volkswagen’in şoförü ben oldum. Yeni ve berbat bir sürücüydüm ama Pat sürüşümden çok memnundu, muhtemelen çok yavaş gittiğim için, ki bunun daha az benzin yaktığını söylüyordu. Süpermarkete gittik ve et bulyon küpleri, bira kutuları, kedi maması aldık. Pat, kasabın kendisi için ayırdığı çiğ sığır sakatatıyla kedisini beslediğini söyledi. Haftada bir bu şeyleri almak üzere alışverişe yalnız gideceğimi belirtti. Ayrıca ucuz salam, beyaz tost ekmeği ve altı küçük elma aldık. Beni kasabanın kasabıyla tanıştırdı. Adam Pat’in kedisi Charlotte’ı tuhaf bir İtalyan aksanıyla tekrar tekrar söylüyordu. Pat nakit ödedi. Poşet parası vermemek için yanında kullanılmış plastik torbalar getirmişti. Bense her şeyi aklımda tutmaya çalışıyordum ve kendime de bira almazsam aç kalacağımı henüz kavrayamamıştım.
Kısa sürede fark ettim ki, bir komşu birkaç günde bir uğrayıp Pat’e evinde yaptığı çorbadan ya da tavuk yahnisinden getiriyor… Pat onun evde yemek pişirmesine izin vermiyordu. Her akşam saat yedide birlikte yemek yerdik. Yemek masası açılmamış mektuplar ve başka ıvır zıvırla doluydu. Bu yığının altından birkaç Amerikan servis çıkarır, otururduk. Oda her zaman loş olurdu ve Pat pek de yemezdi. Ama her seferinde masaya bir litre bira getirirdi.
Ben de onun iştahsızlığına ayak uydurmaya çalışarak yavaş yerdim ve cevaplamaktan hoşlandığı pek çok soru sorardım. Bana hiç bira teklif etmezdi ve kendi biramı getirmediğime şaşırırdı. Doktorların ona en sevdiği zehri -viskiyi- yasakladığını söyledi ama mutfakta sakladığı bir şişe İskoç viskisini bulmuştum. Şişe gitgide azalıyordu, bunun sadece ziyaretçilere ait olduğunu söylüyordu ama ortalıkta hiç de ziyaretçi yoktu. Sigarayı bırakmak zorunda kalmıştı ve sağlığı yüzünden içkiyi de tamamen kesmesi gerekiyordu. Nesi olduğu bir gizdi. Ama Anna kanser olduğunu ima etmişti. Onun da tıpkı romanlarındaki karakterler gibi bolca içmeye alışkın olduğu belliydi, öyle ki, karakterleri de kimi zaman kendilerine konulan içkinin ‘az’ olmasından yakınırlardı.
Birkaç gün sonra bir akşam yemeğinde ona bilgisayarı olup olmadığını sordum; bütün işlerini ve mektuplarını hâlâ Strangers on a Train’i yazdığı daktiloyla yazdığını söyledi. Hitchcock’un o romanı 1951’de filme çekme kararı Pat’in hayatını değiştirmişti. O zamanlar geçimini çizgi roman yazarak ve editör asistanlığı gibi düşük ücretli işlerle sağlıyordu. Hitchcock, romanın haklarını daha az ödeme yapabilmek için ismini vermeden satın aldığında Pat 7,500 dolar kazanmıştı. Ama paradan da önemlisi, filmin çekilmesinden sonra tanınır hâle gelmesiydi. Bu, insanlarla tanışmasını, daha fazla yazı işi almasını ve kitap yayımlamasını kolaylaştırmıştı. Bu yüzden, başka daktiloları olsa da (ki hepsi bana tarih öncesinden kalmış gibi görünüyordu), hâlâ aynı daktiloyu kullanıyordu. “Batıl inanç sanırım,” demişti.
Pat fazla konuşmazdı. Yine de Hitchcock’un uyarlamasının romanını ‘mahvettiğini’ düşünmesine rağmen ona her zaman minnettar olduğunu söyledi. Strangers on a Train’de, anlattığına göre, kusursuz suç başarıya ulaşır; iki anti-kahraman da kazanır. Ama o zamanlar Hollywood’un bir ahlak yasası vardı, bu da kötülüğün cezasız kalamayacağı anlamına geliyordu. Bu nedenle Hitchcock, farklı bir son yazması için bir senarist tutarak kitabı değiştirmişti. Pat ona bu yüzden kızgın değildi. Hitchcock’un romanı onun yazdığı haliyle sevmiş olmasıyla gurur duyuyor gibiydi.
Ertesi sabahın erken saatlerinde Charlotte her sabah yaptığı gibi miyavlayarak beni uyandırdı. Gündüzleri bir yerlerde uyur ya da ava giderdi ama şafakta mutlaka beni uyandırırdı. Pat, kasabın ‘Charlo-TTe’ diye diye verdiği ciğerleri nasıl doğrayacağımı göstermişti. Artık her sabah Charlotte bacaklarımın etrafında dönerek, sabırsızca beni itekleyerek kahvaltısını hazırlamamı bekliyordu. Ciğeri mutfak makasıyla doğradığımda alveoller patlıyor, baloncuk patlaması gibi sesler çıkarıyordu. Tedirgin edici, mide bulandırıcı bir histi.
Sonrasında, ellerimi deterjanla yıkarken Pat’in radyosunun cızırtı sesi gelirdi. Her sabah yataktan kalkmadan BBC’yi bir saat dinlerdi. Bazı günler radyoyu daha geç açardı ve ben onun ölmüş olmasından korkardım. Onu ölü bulma düşüncesi içimi korkuyla doldururdu. Kaldığım sürenin sonlarına doğru bir sabah radyoyu hiç açmadı ve ben saatlerce kapalı kapının ardındaki bir kıpırtıyı dinledim.
Charlotte kahvaltısını yaparken ben de kendime bir siyah çay hazırlar, Pat’in bir şeye ihtiyacı olursa diye giyinmiş ve hazır şekilde, odasından çıktığını duyana kadar kitap okurdum. Çoğu gün, kısa bir süreliğine banyoya, ardından mutfağa gider, sonra tekrar odasına dönerdi. Ardından daktilo sesi başlardı. O dönemde sadece mektuplar yazdığını sanıyorum. Bazen yanıma gelip planlarını paylaşır ya da benden posta kutusuna bakmamı isterdi, ya bir şey bekliyordu ya da göndermek istediği bir şey olurdu.
Bana o gün için ihtiyacı olmadığını anladığımda gönüllü olarak postaneye gitmeyi teklif ederdim. Aslında sadece Tegna’da biraz yürümek ve kasabanın küçücük barında bir kahve içmek için. Postanede her zaman Pat’e gelen mektup olurdu ama çalışanlar pek dost canlısı değildi. Tahminimce, Pat’in ailesiz bir lezbiyen olduğunu duymuşlardı ve onunla yaşayan genç bir kadın olarak benim de muhtemelen iyi maaşlı bir sevgili olduğumu varsaymışlardı. Ve dürüst olmak gerekirse, bir hemşire gibi de görünmüyordum. Pat’in uzun zaman önce oraya gitmeyi bırakmasının ve bu yargılayıcı postane çalışanlarını evinin yakınından bile geçirmemesinin nedenini anlayabiliyordum.
Bu yürüyüşler bana temiz hava alma, dağlara bakma ve içerideki bunaltıcı atmosferden biraz olsun kurtulma imkânı sağlıyordu. Ev kasvetliydi çünkü Pat, kendisini yaşayan biri olarak görmüyordu. Bana, görüşmemiz sırasında gördüğüm derginin, yaşayan en iyi 100 yazarı Paris’teki bir kutlama etkinliğine davet ettiğini söyledi. “Elbette katılmayı reddettim,” dedi. Ve o an anladım ki, kendisini o en iyi 100 yazar arasında görse de, aslında hakikaten yaşayan biri olarak görmüyordu.
Dani ve Anna pazar günleri bizi ararlardı. Bir seferinde, Dani Pat’in Small g: A Summer Idyll (Küçük g – Bir Yaz Masalı, Can Yayınları) romanının provalarını gözden geçirmesi gerektiğini ve onun yaptığı düzeltmeleri faksla kendisine iletmem gerektiğini açıkladı. Pat romanı birkaç ay önce bitirmişti ama son dakikada önemli düzenlemeler yapmıştı. Her gün, aynı sayfayı tekrar tekrar faksla göndermemi isterdi çünkü üzerinde sürekli değişiklik yapardı. Mükemmeliyetçiydi ve her bir sayfayı saatlerce incelerdi. Small g, Zürih’in eşcinsel ortamı hakkında bir romandı. ‘Son romanı’ diye bahsederdi, bu yüzden bunun harika bir kitap olmasını istemiş olmalı. Kitabı ancak Pat öldükten birkaç ay sonra okuyabildim. Zürih’in eşcinsel topluluğu hakkında ne çok şey bildiğine ve AIDS salgınını ne kadar gerçekçi tasvir ettiğine hayran kaldım.
Pat erkek arkadaşımla telefonla konuşmama izin vermezdi. O aradığında, Pat ona benim evde olmadığımı söylerdi. Erkek arkadaşımın beni ziyaret etmesini, hatta arada bir gece kalmasını umduğum hâlde ona karşı çıkmaya cesaret edemedim. Bir gün cesaretimi toplayıp sordum; bana onun ne eve ne de bahçeye giremeyeceğini söyledi. Eğer kasabanın barında buluşursak, bir saatten fazla kalmamam gerekiyordu çünkü ona bir şey gerekebilirdi. Erkek arkadaşımla bu koşullarda görüşmenin mümkün olmayacağına karar verdik. Sadece mektuplaştık. Aynı durum arkadaşlarım ve ailem için de geçerliydi. İspanya’dan bir mektubun gelmesi on gündü. Ve Pat telefon hattını meşgul edemeyeceğimi açıkça belirtmişti. Biri beni aradığında, odasındaki telefona cevap verir, yüksek sesle boğazını temizleyerek hattı acil bir arama için kullanması gerektiğini söylerdi. Sonra da o aramayı asla yapmazdı.
Onun kurallarını ya da beni dünyasından dışarı çıkarmama ve başkasını içeri sokmama konusundaki kararlılığını sorgulamadım. Rutinini kimsenin bozmasına, bu acılı bekleyişin dağılmasına izin vermeyecekti. Tecrübesizliğimden ve gözetimim altındayken başına bir şey gelmesi korkusuyla zayıf ve itaatkâr davranıyordum. Onu rahatsız etmemek için kendimi yiyip bitiriyordum, yürüyüşlerimi kısaltıyor, sorumluluk duygusunun azabıyla kıvranıyor, Pat’in iyi olmadığını, yalnız olduğunu ya da aynı sayfanın bir kez daha fakslanmasını istediğini düşünüp duruyordum. Böylece onun düzenine ayak uydurmaya başladım, onun gibi izole oldum, hep onunla ya da yakınında kaldım, yanımda yalnızca onun romanları vardı, bir şeyin olmasını bekliyordum. Kitaplarında yarattığı kusursuz suçlara hayran kalmıştım ve hayata bu kadar öfkeyle bakmasına bakınca, acaba birini öldürmeyi gerçekten hiç denemiş miydi, diye merak ediyordum.
Bizi dış dünyaya bağlayan tek düzenli temas, Dani ve Anna’nın pazar günkü telefonuydu. Dani biraz Pat’le konuşur, ardından Anna benimle on dakika sohbet ederdi. Bir keresinde Anna sesimden iyi olmadığımı anladı ve verdikleri sözü tutarak Dani’yle birlikte ziyarete geldiler. Planlarını önceden haber vermediler, sonrasında Pat günlerce onları ağırlamak zorunda kaldığından şikâyet etti. Geç gelmişlerdi. “Çok kaba,” deyip durdu. İki düzine çay gülünden oluşan muhteşem bir buket getirmişlerdi. Pat buketi bir vazoya koymamı söyledi ve muhtemelen 500 franktan fazla harcadıklarını fısıldayarak, “Ve şimdi onun ölüp gitmesini izleyeceğiz” dedi. Dani, Pat’in hakaretlerine alışkındı ve onun bu saldırganlığının iletişim biçimi olduğunu bildiği için konuyu değiştirdi, Small g üzerine konuşmaya geçti.
Dani onunla iyi anlaşıyordu, kendisi de sabırsız ve patavatsız olabiliyordu belki. Yıllardır kitaplarının dünya genelindeki haklarını o yönetiyordu. Pat ona saygı duyuyordu. Önceki bütün editörleriyle arası kötüydü. Onlar oturma odasında konuşurken, Anna beni odama götürdü, gözlerimin altındaki koyu halkaları ve kilo kaybımı fark etmişti. “Bunun kolay olmayacağını biliyorduk,” dedi.
“İyiyim, Anna,” dedim, gülümsemeye çalışarak.
“Ölümü bekleyen zor bir insanla yaşıyorsun ve ona artık sahip olamayacağı her şeyi hatırlatıyorsun,” diye teselli etti Anna beni.
Pat, Dani’ye hayır diyemediği için, onların beni kasabadaki tek restorana götürmesine izin verdi. Gerçek bir akşam yemeği yedim: Şarap ve zabaglione… Hedonizmin ve özgürlüğün bir armağanıydı bu, o andan itibaren en sevdiğim tatlı oldu. Onlar bana dışarıda hâlâ bir hayat olduğunu hatırlattılar: Konuşacak insanlar, güzel yemekler, kahkahalar, hava… Kimseyi arayamamanın ya da ziyaretçi kabul edememenin zor olduğunu itiraf ettim, ama alışmıştım. Pat’in yaşlılığının bir tarzı olduğunu, ama bana zarar vermeye çalışmadığını anladığımı söyledim.
Uyması en zor kuralın gece ışıkları kapalı tutmam gerektiği kuralı olduğunu söyledim, çünkü ona göre elektrik çok pahalıydı. Bu yüzden el feneri kullanıyordu ve bana da bir tane vermişti. Avluda fenerinin yansımasından korkmaya alışmıştım, ama zifiri karanlıktan daha çok korkuyordum, çünkü bunun ne anlama gelebileceğini biliyordum. Bu kadar parası olan birinin en temel harcamalar konusunda bile endişelenmesini şaşırtıcı buluyordum. Yanlışlıkla bir ışığı fazladan yaktığımda, fazla su kullandığımda, fazla bulyon küpü, fazla peçete ya da arabasına fazla yakıt harcadığımda bana bağırıyordu. Market ve benzin için çok az para veriyordu. Bana hâlâ ödeme yapmamıştı ve ben para almak istemediğimi hissetmeye başlamıştım. Paradan tasarruf etme konusundaki bu patolojik takıntısı beni şoke ediyordu.
Dani ve Anna’ya ayrıca Pat’in raflardaki ilk baskıları kronolojik sırayla okumakta olduğumu anlattım. Karakterlerine, karmaşık ruhlara ve insanlık hallerine hayran kalmıştım. O sırada Ripley serisinin ortalarındaydım ve şakayla karışık şöyle dedim: “Kimliğimi çalamasa bile, belki de beni öldürerek kusursuz suçu gerçekleştirecektir.” Sonra vedalaşırken Anna beklemediğim bir şey söyledi: “Bu çok açık. Pat sana âşık.”

O zaman bilmiyordum ama Pat yıllar önce günlüğüne şunu yazmıştı: “Cinsel olarak tatmin olmuş katil yoktur.” Bunu Ripley’i yaratırken yazmıştı. Ripley serisinden açıkça anlaşılıyordu ki, Pat’in dünyasında suçu tetikleyen şey bastırılmış arzuydu. Anna’nın, Pat’in bana karşı öfkesinin ve aksiliğinin nedeninin aşk olabileceğini söylemesi beni daha da korkuttu. Ripley gibi, Pat de hem büyüleyici, hem karanlık, sahiplenici, mantıksız ve sabırsız biri olabiliyordu.
Akşam yemeğinden eve döndüğümde, Pat televizyon izliyordu. Yaklaşık üç saatliğine ortadan kaybolduğum ve birlikte izlediğimiz BBC’nin haftalık ‘true crime’ programının yarısını kaçırdığım için öfkeliydi. Programın ona ilham verdiğini, yazılarına fikir sağladığını söyledi. Bense ‘true crime’dan nefret ederdim.
Programın kalanını birlikte sessiz izledik. Anna’nın bana söylediklerini aklımdan çıkaramıyordum.
Haftada bir ya da iki kez Pat’i tedavileri için Locarno’daki hastaneye götürüyordum. Seanslar uzun sürüyordu. Beklerken felsefe ödevlerimi okuyordum çünkü onun kitaplarını kamusal alanda okurken beni görmesini istemiyordum, tanınmaktan rahatsız oluyordu.
Hastanede ne tür transfüzyonlar yapıldığını bilmiyordum, akciğer kanseri olduğu ancak ölümünden sonra kamuoyuna açıklandı. Bu tedaviler sonrasında kendini hep daha iyi hissediyordu. Ruh hâli kesinlikle toparlanıyordu ama asla çok uzun sürmüyordu. Özel biriydi ve başkalarının onun hakkında ne söyleyeceğinden endişelenirdi. Çok daha sonra, gençken eşcinselliği konusunda suçluluk duyduğunu ve bu nedenle bunu gizlediğini, erkeklerle çıktığını ve hatta iyi dostu olan yazar bir adamla evlenebilmek için psikanalize gittiğini okudum. Pat’in yaydığı tüm o negatiflik ve hayal kırıklığı, olduğu kişi olmaktan duyduğu derin bir suçluluktan kaynaklanıyor gibiydi. Günlükleri kamuya açıklandıktan sonra bazı makaleler, Pat’in zaman zaman lezbiyen olmayı kabul edebildiğini ve ciddi alkol sorununu umursamadığını ortaya koyuyordu; ama benim tanıdığım Pat, utancına geri dönmüştü.
Aralık ayının başında, sınavlarımı vermek için eve dönmek üzere ondan ayrıldım. Haftalardır gidiş tarihimden ona bahsedip duruyordum. Kendine bakacak başka biri için bir düzenleme yapmadı, sadece kalmamı istedi. Final sınavlarımı kaçıramayacağımı ve ailemin Noel için İspanya’da beklediğini açıkladım ama beni duymazdan geldi. Hayatlarımızı, sanki kendi romanlarından birindeymişiz gibi yazabileceğini sanıyordu.
Son gecemizde, benimle konuşmaktan ya da yüzüme bakmaktan kaçındı. Ertesi sabah çantalarımı kapının yanına koyduğumda, sanki hiç torunu olmamış da ben öyleymişim gibi bir sarılma bekledim; bunun yerine bana üçüncü ve son kez elini uzattı. Gözleri ıslaktı. Dani’nin bana verdiği, hakkında yazılmış bir kitabın Almanca baskısını imzalamasını istedim. Hiçbir ithaf ya da kişisel not yazmadan sadece adını yazdı. Kızgındı. Sonunda, beni ‘başkalarının’ da yaptığı gibi terk etmekle suçladı. Bana bir haftalık maaşımın olduğu bir zarf uzattı, sonra odasına gitti. Kapıyı arkamdan kendim kapatmak ve beni Locarno’ya götürecek küçük kırmızı trene yürümek zorunda kaldım. Onu bir daha hiç görmedim.
Trendeyken, eve hiç ulaşamadığım bir rüya gördüm. Rüyamda ilem Anna’yı aramış, Anna da Pat’i. Pat, kitabımı imzaladıktan sonra bana iyi dileklerini iletip sabah trenine binmek üzere evden ayrıldığımı söylemiş. Kısa süre sonra polis, aileme uçağa binmediğimi ve beni bulamadıklarını söylemiş… Zürih’e yaklaşan trenimle birlikte uykudan bitkin bir şekilde uyandım. Şehir manzarasını görebilmek için elimle camdaki buğuyu sildim. Sıkıcı, sıradan hayat çok güzel gelmişti ve eve dönmek, sağ salim eve varmak için sabırsızlanıyordum.
Noel’den sonra Dani’yle konuştum; bana Pat’in sağlığının benim gidişimden sonra kötüleştiğini ve Locarno’daki hastaneye yatırıldığını söyledi. Sanmıyorum ki bir daha eve dönmüş olsun. Şubat başında orada öldü. Bunun farkına varınca içimde bir suçluluk ve utanç hissi oldu, ama en kötü zamanlarında orada bulunmamaktan da memnundum. Dani beni martta, yani 21. doğum günüme denk gelen cenazesine davet etti, ama gitmedim.
Pat’le geçirdiğim zamanı sindirmem on yıllarımı aldı. Ne düşünmek ne de konuşmak istiyordum. Sonunda şu sonuca vardım: Pat bana aşık değildi. Elbette beni öldürmeye de çalışmıyordu. Ama galiba genç, pozitif, sevilen, umutlu, heteroseksüel, sağlıklı ve belki de mutlu biri olmanın fantezisini hem seviyor hem de nefret ediyordu.
2022’nin sonlarında, Pat’le birlikte birkaç hafta yaşadığım evi ziyaret etmek için Tegna’ya geri döndüm. Bana, öldükten sonra bu evin hayatına ve eserlerine adanmış bir müzeye dönüştürüleceğini söylemişti. Bu olmadı. Bunun yerine, evin çevresi sonradan inşa edilen tatil evleriyle dolmuştu ve bugün, bir sürü işe yaramaz eşyaları olan bir aile orada yaşıyor. Düzenli bakılmış bahçeden, eski yatak odama açılan antrede şimdi oyuncakların olduğunu gördüm. Ve Pat’le birbirimizin odasına baktığımız o U biçimli avluya bir yüzme havuzu yapılmıştı. Bunları göremediği için mutlu hissettim. Ölümümüzden sonra yaşanan güzellikleri kaçıracağız, ama bazı büyük hayal kırıklıklarından da kurtulmuş olacağız. Pat’in hayalini kurduğu evde havuz yoktu.